24 Eylül 2018 Pazartesi

Stefan Zweig- KIZIL : Kitap yorumu

Biliyorsunuz ki son zamanlarda bir Zweig furyasıdır gidiyor. Tabi ki de ben de bundan nasibimi aldım. Ama ben kendisi ile üniversitede bir hocamın "Dünün Dünyası" adlı eserini tavsiye etmesi ile tanıştım. Sonrasında ise olaylar kendiliğinde gelişti ve ben de bir Zweig hayranı olup çıktım. Bu yazımda da size kendisinin son okuduğum kitabı olan "Kızıl" hakkında konuşmak istiyorum.

 Kızıl'ın , Zweig'in diğer kitaplarında olduğu gibi yoğun ama sizi yormayan psikolojik bir anlatımı var. Sizi yormuyor olmasının sebebi, karakterin içinde bulunduğu durumun çarpıcı fakat herkesin yaşayabileceği türden basit olması. Kısaca bahsetmek gerekirse ; karakterimiz Berger, üniversite okumak için Viyana'ya yerleşir. Ancak taşralı bir genç olmasından duyduğu utanç, fiziksel ve duygusal zayıflıkları, zayıf görünümü ve yumuşak mizacı nedeniyle insanların onu ciddiye almaması gibi nedenlerle derin bir özgüvensizliğin içine düşer. Berger bu büyük şehirde yetişkin bir erkek olarak kabul görmek için elinden geleni yapar ancak başarısızlığı onu büyük bir bunalıma sürükler ve hayattan hiçbir beklentisi kalmaz. Ancak hasta bir çocuğun elinden tutma fırsatı yakaladığında hayatta kendisine bir yer edinme şansı yakalar. Yazarın kitaptaki tabiri ile "hayat onu çağırmıştır."

Gelelim yorumlarıma... Yukarıda da bahsettiğim gibi karakterin psikolojik durumunu yoğun bir şekilde hissediyor, ancak bundan yorulmuyorsunuz. Karakterin yaşadığı bazı olaylar ve hissettiği bazı duygular bana hiç yabancı gelmedi. Bunun yanında Berger karakterini kendime çok yakın hissettim. Onun yaşadıklarını hepimiz hayatımızda yeni bir yola girdiğimizde yaşamışızdır diye düşünüyorum. Bu yüzden karakteri  sizin de seveceğinize yüzde yüz eminim. Kitabı ben iki günde bitirdim ancak normal şartlarda bir oturuşta kahvenizi yudumlarken hızla okuyabileceğiniz akıcı ve doyurucu bir kitap. Diğer yandan bu tarz ruhsal bunalımları okumak size kendinizi kötü hissettiriyorsa, kitabı bitirdikten sonra çokça sarsılmanız muhtemel. Yine de az veya çok, ne kadar etkilenirseniz etkilenin bitirdikten sonra iyi ki okudum diyeceğinize eminim. Zweig'in bu eserini okumanızı şiddetle tavsiye diyorum. :)

7 Eylül 2018 Cuma

Neden Fal Baktırırız?

Şu an bu yazıyı önümde bir fincan sade ve sert Türk kahvesi ile yazıyorum. Eğer telefonumdaki uygulamadan bugünkü fal hakkımı kullanmasaydım, emin olun bu fincanı da kahvem bitince kapatırdım. Çünkü tahmin edebileceğiniz üzere, telefonlardaki fal uygulamaları sağolsun, çevremdeki herkes gibi ben de bu hastalığa yakalandım ve bununla kesinlikle gurur duymuyorum.Yazılanların gerçek olmadığını bilsem bile kendimi her gün fal göndermekten alıkoyamıyorum. Ve kendim gibi bu hastalığa yakalanmış, ama benden farklı olarak henüz bunun farkında olmayan bir sürü tanıdığım insan var. Hal böyle olunca ben de biraz düşünüp böyle bir yazı kaleme almaya karar verdim.

Son birkaç yıldır hepimizin kahve sohbetlerinin ardından gelen bir eğlence var; fal göndermek. Arkadaşlarla toplanılır, bir kişi bol köpüklü mis gibi bir Türk kahvesi yapar, kahve içilirken sohbet edilir, kahveler biter ve o fincanlar kapatılır, soğuması beklenirken sohbete devam edilir, sonrasında bir dizi fotoğraf çekme,"kanka benim fal hakkım yok sende varsa benimkini de göndersene yeaa"lar başlar. Ardından herkes fal sonucunu sırayla sesli sesli okur, bağırış çağırış ve gülüşmeler eşliğinde sohbet fal sonuçlarının kritiği ile devam eder, "ya telefondan dinliyor  bu uygulama her şeye erişimine izin veriyoruz kızııııımm..." gibi laflar ortaya atılır ve sohbet sona erdirilip herkes evine gider. Şimdi eğer bu sahne bana hiç tanıdık gelmedi, ben böyle bir ortamda bulunmadım felan diyecekseniz hiç demeyin hanımlar çünkü çarpılırsınız. Hatta bunu hanımlar ile sınırlandırmak doğru olmaz, artık beyler de ufak ufak bu dünyaya adım atıyorlar. Peki neden bundan vazgeçemiyoruz?

Aslında bunun cevabı o kadar basit ki.. Cevap şu; sıradan ve sefil hayatlarımız! Biraz ağır gelmiş olabilir ama üzgünüm,öyle. Biraz düşünsenize, eskiden fal bakmayı bilen arkadaşınız fincanınızı incelerken yaşadığınız o heyecanı şimdi de x uygulamasından fal sonucu beklerken yaşamıyor musunuz? Bekliyoruz. Nereye gideceğiz? Ne zaman evleneceğiz? Karşımıza kim çıkacak? Elimize para mı geçecek? İş bulacak mıyız? Bütün bunları merak etmekten çok daha büyük bir sorunumuz var. Bunların ne zaman ve nasıl olacağını söylerken bizi pohpohlayacak biri. Aslında hepimiz özel olduğumuzu hissetmek istiyoruz. Buna o kadar muhtacız ki, falcı bize "sen kararlı ve tuttuğunu kopartan birisin" demediği sürece kendimizde cesaret bulamıyoruz.Biz evde oturup yeni şeyler yapmaya cesaret bulamazken bir fal uygulamasının bize geleceğimiz hakkında uydurduğu mutlu ve dolu dolu olayları okumak bizi iyi hissettiriyor.Henüz bir şey yaptığımız yokken bize "yapacaksın, başaracaksın" denmesi içimizi rahatlatıyor, kimi zaman da harekete geçiriyor. İnanmayacaksınız ama okumayacak çocuğu okutturan falcılar gördüm. Falcı "Herkes senden umudu kesmiş ama senin çok güzel bir okul bitireceğini görüyorum" dedi diye ders çalışmaya başlayan birini tanıyorum. Ama belki de falcı ona bunu söylemese kılını bile kıpırdatmazdı. Çünkü onun ihtiyacı olan, ulvi birinin ona "sen özelsin, başına şöyle şöyle güzel şeyler gelecek" demesiydi. Hepimiz aynıyız aslında. Sıradanlıklarımızın sıradanlaştırdığı sıradan hayatlarımıza farklılık gelmesi için ulvi bir güç bekliyoruz. Birinin bize gelecek güzel günlerden bahsetmesine ihtiyacımız var. Sen özelsin, iyisin, cesursun, hırslısın demesine ihtiyacımız var. Bu yüzden senelerdir falcılara para yatırıyor insanlar. Sadece gelecekte ne olacak merakı değil bu. Dikkat ederseniz insanların geçmişte olanları bilen falcılardan daha çok etkilendiğini görürsünüz. Çünkü onların gözünde o artık ulvi,bilen,gören kişidir. Artık onun "üç vakte kadar vıdı vıdıya gideceksin" laflarına inanabilirler. Artık o falcı onlara "sen çok hırslı ve çalışkan birisin ve hedeflerine ulaşacaksın" dediğinde mutlu olabilirler. Günümüz teknolojisi sağolsun artık bir falcıya gitmeden bu duyguları telefon uygulamaları ile yaşayabiliyoruz ama sizce doğru mu yapıyoruz?

Fallarda veya falcılarda aradığımız gerçekleri kendimizde arasak ve bulsak, kimsenin bizim geleceğimizi bilemeyeceğini anlayıp geleceğimizi kendimiz inşa etsek daha güzel olmaz mı? Bence atalarımızın dediği gibi "Fala inanma ama falsız da kalma" felsefesi ile ayda yılda bir gönderdiğimiz fallarla eğlencemize bakmakta zarar yok. Ama bu sözün arkasına sığınarak bunu her gün yaparsak fallara inanır, asla da falsız kalamayız.

6 Temmuz 2018 Cuma

Dorian Gray'in Portresi Hakkında

"İnsanın kendisini azarlamasının bir zevki vardır. Kendimizi suçladığımızda, başka kimsenin bizi suçlamaya hakkı olmadığını düşünürüz."
Bu yazımda bir kitaptan bahsetmek istiyorum ancak bu bir kitap incelemesi olmayacak. Zira bir kitabı derinlemesine ve hakkı ile  inceleyecek edebi bilgi birikimim yok ve kitabı okumamın üzerinden uzun olmasa da biraz zaman geçti. Sadece bana hissettirdiği ve düşündürdüğü şeyler üzerine yazmak istedim. Kitabımız Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in portresi adlı eseri.

Söylemem gerekir ki Dorian Gray bana hiç yabancı gelmedi. Kendisi her gün gördüğümüz melek yüzlü şeytanlardan biri sadece.Tek farkı yozlaşmış ruhunun izlerini saklayabiliyor olması. Bu özelliği de onu daha çok günaha itmekten başka bir şeye yaramamakta. Kitabı okudukça düşündüğüm tek şey onun gibi olsaydık biz de vicdanımızı susturup zihniyetimizi bu denli kirletir miydik? Kitabı okumayanlar için özetlemem gerekirse; Dorian Gray harika bir dış görünüşe ve yüzü kadar güzel bir kalbe sahip genç bir adamdır, bir ressam arkadaşı tarafından yapılan portresinde kendi güzelliğine aşık olan Dorian ruhunu şeytana satıyor ve zamanın ve günahlarının tüm izlerini o değil de portresi taşımaya başlıyor. Dorian işlediği günahların izlerini bedeninde göremediği için zamanla zihniyeti de yozlaşıyor ve yüzü bir melek kadar temiz kalır iken, şeytanlaşan ruhu portresine yansıyor. 

Kitabı okurken Dorian'ın kişilik değişimi karşısında dehşete düştüm. Evet, belki pek çoğumuzun gizli tuttuğu ve zevk aldığı bazı günahlarımız vardır fakat içten içe onlardan pişmanlık da duyarız. Belki pişmanlığımız onları yapmamızı engellemede yeterli olmaz çünkü bunlardan kimsenin haberinin olmaması bizi teşvik eder. Ama dediğim gibi; yanlış olduğunu biliriz,yapmaya devam etsek dahi içten içe kendimizi kötü hissederiz ve kendimizi terbiye etmek, daha fazla günaha batmamak için motivasyon buluruz. Ama Dorian'ın sıkıntısı onun günahları veya onlardan aldığı zevk değildi. Yaptıklarını yanlış bulmuyordu, sorunu tam olarak buydu.Normal bir insanın kendi kendine duyduğu nefreti o portresine karşı duyuyor, kendinden tiksinmediği için yaptığı kötülükleri durdurmuyordu.Tüm kötülüklerine rağmen o kadar güzel ve masum görünüyordu ki kimse onun şeytan ruhlu bir adam olduğuna inanmıyordu. Kitabı bitirdikten sonra düşündüm, acaba biz de günahlarımızın izlerini saklayabiliyor olsak, vicdanımızı susturabilir miydik? Acaba kimsenin öğrenmeyeceği ve ceza almayacağımız garanti olsa,aynaya baktığımızda bir katil görmeyecek olsak, zevk için insan öldürür müydük? Sahi bizi kötü ruhlu olmaktan alıkoyan ne? Bence yazının başında da alıntıladığım gibi kendimizi azarlayabilmek, suçlu hissedebilmek. Suçlu hissetmek için gerekli olan da belki kötülüklerin yüzümüze yansıyor olmasıdır. Belki fark etmeyiz ama tüm iyilik ve kötülük yüzümüze yansır. Çoğu insanın gözlerine, derinlerine baktığımızda fark ederiz bunu. Tatlı dille konuşan birinin yılanlığını, asabi bir insanın tavırlarının altında yatan iyi niyeti anlamak için biraz dikkatli bakmamız yeter. Dorian'ın aksine yüzümüzde taşırız tüm pisliklerimizi ve bunu düzeltmek için ruhumuzu temiz tutmaya çalışırız. Kendi kendimizi azarlar, vicdanımızı temizleriz. Aksi halde aynaya bakmaya, kendimizle yüzleşmeye tahammülümüz kalmaz. Tıpkı Dorian'ın portresinden nefret ettiği gibi biz de kendimizden nefret ederiz? Ama bence kendimize sormamız gereken önemli bir soru var; tüm günahlarımızı saklayabilseydik ne yapardık?

2 Şubat 2018 Cuma

PEKİ ZİNCİRİ KIRARSAK NE OLUR?

Youtube'da sık sık vakit geçiriyorsanız eğer mutlaka Barış Özcan' ın Youtube kanalını görmüşsünüzdür. Ben de kendisini severek takip ediyorum ve bu seneye onun sayesinde zinciri kırmama kararı alarak girdim. Detaylıca öğrenmek isterseniz kendisinin Youtube kanalını ziyaret edip bu konu hakkındaki videolarını izlemenizi öneririm. Kısaca bahsedecek olursam eğer, zinciri kırmamak dediğimiz şey aslında bir alışkanlık geliştirme metodu. Kendinize bir hedef belirleyip belli aralıklarla bunu gerçekleştiriyorsunuz ve bunu devam ettiriyorsunuz. Örneğin "Bir ay boyunca her gün yirmi sayfa kitap okuyacağım " diye bir hedef koyuyorsunuz. Ve bunu her gün gerçekleştiriyor, her gün için de takviminize bir çarpı atıyorsunuz. Böylece her gün için attığınız çarpılar bir zincir oluşturuyor ve siz kitap okumayı aksattığınızda aslında o zinciri kırmış oluyorsunuz. Amaç: Bir ayın sonuna kadar zinciri kırmamak. Böylece bir ayın sonunda kitap okuma alışkanlığı kazanmış oluyorsunuz (en azından öyle olacağını tahmin ediyorum 😁). Bunu film izlemek,spor yapmak,test çözmek vs. tarzında uyarlayarak edinmek istediğiniz alışkanlık için bir adım atabilirsiniz. Ben de sevgili Barış Özcan'ın "2018'de Zinciri Kırma" adlı videosunu izledikten sonra günde on sayfa kitap okuma hedefi koydum kendime. İlk yazımda da söylediğim gibi, beni her yönden besleyen kitap okuma alışkanlığımı üniversiteye hazırlık döneminde kaybetmiştim. Üniversiteye yerleştikten sonra da aslında daha fazla okumam gerekirken son derece düzensiz ve az kitap okudum ve artık hayatımın geri kalanında böyle olmasını istemiyordum. Ben de kendime küçük bir 2018 takvimi bulup onu dolabımın kapağına yapıştırdım ve 2018 yılının başından itibaren her gün kitap okumaya çalıştım ve her günüm için bir çarpı attım. Ama ziciri kırmadığımı söyleyemem.

Ocak ayı boyunca altı tane kopuk var zincirimde. Arka arkaya olan kopukluklar değil bunlar. Okumadığım günler için bahane uydurmayacağım tabiki de. Ama zincirimdeki ilk kopuk, daha doğrusu kırık bana şunu düşündürdü: zinciri bir kez kırdığımda ne yapmalıyım? Zaten bir kere kitap okumadım artık devam etmeyeyim diyemezdim. Çünkü bir gün atlamış olsam bile sonuçta hala kitap okuma alışkanlığımı geri kazanmak için hevesliydim. O yüzden devam etmeye karar verdim. Ve ay sonunda olan şey ise beş tane daha kırıktı...

İstikrar gösteremediğim doğru evet. Ama benim içimi rahatlatan konu şu: bunlar arka arkaya altı gün değil. Bu nasıl bir kendini avutma biçimidir diyebilirsiniz, haklısınız. Siz bu methodu uygulamaya kalkarsanız lütfen benim gibi zincirinizi kırmayın. Hedeflediğiniz şeyi her gün (veya nasıl belirlediyseniz;her hafta, gün aşırı, her ay vs) tam anlamı ile yapın. Çünkü özellikle de çabuk vazgeçen bir insansanız bir kez yapmayı bırakırsanız bir daha geri dönemezsiniz. Ama diyelim ki benim gibi zincirinizi bir kez veya birçok kez kırdınız, ne yapmalısınız?

Ama aşağıda okuyacaklarınızdan önce söylemek istediğim bir şey var : Zinciri kırmayın arkadaşlar. 😀😀 Oldu da öyle bir hata yaptınız diyelim ( ki ben de yaptım insanız sonuçta)  aşağıda okuyacaklarınız sonrasında yapmanız gerekenlerle ilgili. Ama her şeyden önemlisi zinciri kırmamak. Zincirinizi mümkün olduğunca uzun tutmak sizi daha fazlasına teşvik edecek her zaman. o yüzden lütfen elinizden gelenin fazlasını yapın. Bunu söylediğime göre şimdi oldu da fire verdik, ne yapmalıyız ondan bahsedelim.

Öncelikle neden fire verdiğimizi tespit etmeliyiz. Sebebin bizden kaynaklı mı yoksa dış kaynaklı mı olduğunu anlamalıyız. Dış kaynaklı olanlar için yapacak çok bir şey yok ama bizden kaynaklanıyorsa mutlaka kendimize çeki düzen vermeliyiz. Bunların dışında sıkıntı hedefimizle ilgili de olabilir. Ve bence genelde öyle. Mesela kendimden örnek verecek olursam ben kendimce şöyle bir şey düşündüm: bir yıl çok uzun. Evet, gerçekten. Koskoca bir yıl. Düşünsenize. Bir yılda neler olur? İnsanların başların neler neler gelir? O yüzden öncelikle bu aralığı küçültmem gerektiğini far kettim. Özellikle ocak ayının sonunda takvimime şöyle bir baktıktan sonra "Neden bunu bir ay için yapıp ne kadar fire verdiğimi kontrol etmiyorum?" dedim. Ocak ayında altı kez fire vermiş olmam kötü, ama şubat ayında daha az, mart ayında çok daha az,nisanda belki de hiç vermeyecektim. Böylece belki de senenin kalanında bazı kötü zamanlarım hariç (Tabi ki de Allah göstermesin ama..) hiç fire vermeyecek, eskisi gibi her gün kitap okuyacaktım.


Tabi ki bu benim biraz da genel olarak irademe güvendiğim için yapmaya karar verdiğim bir şey. Çünkü bir gün okumadığım kitabı ertesi gün mutlaka okuyacağımı biliyorum. Ama lütfen siz zincir kırma methodunu uygulayacaksanız ve çabuk vazgeçen bir yapınız varsa lütfen fire vermeyin,verseniz de ertesi gün bir fire daha vermeyin. Yirmi bir senedir bu hayattan şunu öğrendim ki bir kere vazgeçince işler çok zorlaşıyor. Size tavsiyem kendinize her zaman küçük ve kısa vadeli hedefler koyun. Yapabiliyorsanız eğer bir üst seviyeye taşıyın. Mesela su içmek. Hiç su içmeyen bir insansınız ve bunu değiştirmek istiyorsunuz. Kendinize bir hafta ayırın ve o hafta her gün bir litre (veya hiç içmiyorsanız yarım litre) su içme hedefi koyun. Bunu bir hafta uyguladıktan sonra diğer hafta su miktarını  artırarak devam eder ve sonunda artık her gün sağlığı için yeterli su içen bir bireye dönüşebilirsiniz. Vade kısa olursa zinciri kırıp motivasyonunuzu düşürmez,hedefleriniz küçük olursa da daha kolay gerçekleştirip sonrasında arttırabilirsiniz. Ama asıl önemli nokta şu: VAZGEÇME! Lütfen bir gün yapmadınız diye ertesi gün de bunu devam ettirmeyin. Yapamamış olabilirsiniz. Bir günlük istikrarsızlığı uzun vadede başarısızlığa dönüştürmenin en iyi yolu vazgeçmektir. Takvime attığınız o çarpılar evet önemli,ama severek ve inanarak, vazgeçmeden atılan çarpılar çok daha önemli. Ve inancınızı ve isteğinizi kaybetmediğiniz sürece bir günlük boşluğun kimseye zararı yok Yeter ki zinciriniz . sonrasında devam etsin. Zinciri kırmamaktan ziyade onu devam ettirme iradesinde olmak çok daha önemli. Her sporcunun çok nadir de olsa sağlıksız beslenip spor yapmadığı bir günü olur. Ama bunu bir kere yapınca ömür boyu devam ettirmez. Sizin de bu yolda zincirinizi kırdığınız zamanlar olacak ama önemli olan vazgeçmemek. Ama başta da söylediğim gibi, nasıl olsa yarın yaparım diyerek kendinizi tenkin edip de sakın ha kendi keyfiniz için zinciri kırmayın...😝😝

30 Ocak 2018 Salı

DÜNYAYA NE BIRAKIYORUZ???

Beni bu yazıyı yazmaya iten tamamen çilekeş anamdır. Zaten canım annem olmasa sanatçı kişiliğimi konuşturamayacağım... Neyse, bugün burada dünyaya bıraktığımız şeyler üzerine konuşmak istiyorum.

Geçenlerde annem bir hışımla yanıma geldi,elinde de bir sopa...(Dövmeye değil korkmayın) Dedi ki "Esra şu sopayı yapana bi dua ettim bi dua ettim..." "Neden anne ?" dedim. Sopanın ucu çatallıydı, uzanamadığı yerleren bir şey indirirken işine yarıyormuş. Tabi bu durum annemle benim için çok önemli zira bizler resmen birer hobitiz.😆

Sonra o kimin yaptığını,nerden geldiğini bilmediğimiz sopayı yapan kişiyi düşündüm.Size belki saçma gelebilir ama beni bu tarz şeyler çok düşündürür.(Tarihi yerleri gezerken yaşadığımız buralara başları da bastı,dokundu hissi vardır ya hani onun gibi) O sopanın sahibi belki göçtü gitti ama biz onu evimizde kullanıyor,yapan kişiye dua ediyoruz. Tek bir sopa yahu.... Hayır bulaşık,çamaşır makinesini icat edenlere dua ettiğimiz kadar 😉😀Adam bir sopa ile hem o kadar dua alacağını hem bana bu yazıyı yazdıracağını nereden bilsin. Belki o adamın ya da kadının dünyaya iz bırakmak gibi bir derdi yoktu lakin bu kadar çeşme,cami,okul vs. yaptıran insanların bir derdi ve bir bildiği muhakak vardı.

Hep derler ya hani, "dikili bir ağacın olsun", aslında çok ciddiye alınmalı. Çünkü o ağacın gölgesinden kimlerin faydalanacağını bilemeyiz. 

Tabiki de dünyaya sadece sopa,ağaç,cami,çeşme vs. bırakın demiyorum. Ama bir şeyler de bırakın yahu. İyi şeyler,faydalı şeyler. Mesela rahmetli anneannemin yaptığı gibi kocaman bir paspas. Evet evet. Paspas. Daha çok şey bırakmıştır eminim ama paspas deyip geçmeyin. Kendisi rahmetli oldu ama biz hala onun ördüklerini kullanıyoruz. Siz artık dünyada olmasanız bile ördüğünüz bir patik çocuğunuzun,torununuzun ayaklarını ısıtıyor ise ne mutlu size. Diktiğiniz bir ağacın meyvesi bir uşu doyursa fena mı? Ya da dürüstçe yetiştirdiğiniz bir çocuk vatanına faydalı olsa ? Dünyaya çokca güzel şey bıraktıktan sonra, dünyada olmamak bir şey değiştirir mi ? Yazdığınız bir kitap birinin hayatını değiştirse, çektiğiniz bir film insanların yüzünü güldürse, bir yolcu kana kana su içse çeşmenizden fena mı? siz bu dünyadan göçseniz de ağacınız uzun  süre kalır. Dünyadan göç ettiğinizde bile insanlığa faydanız sürer gider.

Peki bizler dünyaya ne bırakıyoruz? Pek çoğumuz kendisi gittikten sonra dünyayı umursamıyor. Zaten dünyayı gittikçe yaşanmaz hale getiren d bu düşünce değil mi? Çünkü faydalı bir şey bırakmak istemeyen herkes kötü bir dünya bırakıyor. DÜŞÜNÜN. BİR ÇÖP YIĞINI. SAVAŞLAR. HAVA KİRLİLİĞİ. TARİHE GEÇECEK KATLİAMLAR.... Neden ? Oysa ki bir sopa bile sizin arknızdan iyi şeylere vesile olabilir. 

İçmdeki ölüm korkusunun nereden geldiğini nasıl anladım biliyor musunuz ? Artık burada olmayacaktım. Eğer ölürsem ailem,arkadaşlarım dah sonra ne yapıyorlar göremeyecek, bazen müdeale etmem gereken şeylere müdehale edemeyecektim.  Sen öldükten sonra sana ne diyeceksiniz ama demeyin. Hepimiz bundan korkuyoruz. Artık burada olamamaktan. Ve buna çare olacak tek şey var : ÜRETMEK!!!! Dünyaya güzel şeyler bırakmak. Maddi veya manevi. Bir tatlı söz,bir sıcak gülücük,hayat değiştiren bir iyilik,bir dikili ağaç,iyi yetiştirimiş çocuklar,bir minik patik,kocaman bir camii, güzel bir tablo,birkaç satır yazı... Neolursa. Çünkü eğer öyle olursa başkalarının hayatına dünyadan gittikten sonra da dokunabilirsiniz. Ve bir insanın dahi olsa,tek bir insanın dahi, hayatına iyi bir şekilde dokunmak kadar güzel bir şey olamaz.... Ne diyelim, umarım savaş,katliam,kölelik,ırkçılık gibi kötülükleri dünyaya bırakan insanlardan değil,dünyaya iyi izler bırakanlardan oluruz oluruz. Ve unutmayın bunu yapmak bir sopa yapmak kadar kolay 😁😁😁

Nereye kadar sabretmeliyiz?

               Eğer ki genç bir yaşta iseniz büyüklerinizden en çok duyduğunuz uyarı mutlaka "Acele etme, sabretmelisin. Hiçbir şey h...