14 Eylül 2017 Perşembe

Hayat ne kadar uzun?

"Fakat insan sadece gençlik yıllarında rastlantı ile kaderin özdeş olduğunu düşünür. Sonraki yıllarda ise hayatımızın yönünü iç dünyamızın belirlediğini farkederiz. Gittiğimiz yol arzularımızın aksi yönünde ve anlamsız görünse de sonunda bizi her zaman görünmeyen hedefimize götürür." Stefan Zweig_ Dünün Dünyası

Artık geç kaldığınızı düşündüğünüz hayalleriniz var, biliyorum. Çünkü benim de var. Herkesin vardır. Ve herkesin etrafında "Benden artık geçti..." diye 'saçmalayan' orta yaş grubundaki birileri vardır. Hatta bu bahsettiğim kişi 'sen' de olabilirsin sevgili okuyucu. Sen de senden artık bir şeylerin geçtiğini düşünüyor olabilirsin. Çok normal, çünkü yirmili yaşlarda olmama ramen benim de böyle düşündüğüm zamanlar oldu. Fakat sonra bu yazının girişindeki mıslara denk geldim. Üniversitedeki hocalarımdan birinin önerdiği bir kitapta karşıma çıktı bu ve birdenbire aklımda başka bir kitaptan çıkardığım dersle birleşti. Bahsettiğim ilk kitap, Stefan Zweig'in Dünün Dünyası adlı otobiyografisi. Bahsettiğim ikinci kitapsa Paul Auster'in Yükseklik Korkusu (Vertigo) adlı kitabı. Bu bir kitap inceleme yazısı değil. O yüzden ayrıntılara girmeyeceğim. Daha önceki birkaç yazımda da olduğu gibi, bu yazımda da sadece bu kitapların bana düşündürdükleri hakkında konuşacağım. Umarım bu yazıyı okuyan birileri olursa, merak edip iki kitabı da okur çünkü okunmaya değer olduklarını düşünüyorum. 

Aslında Vertigo bir roman olmasına ramen, o da aynı Dünün Dünyasındaki gibi, bir hayat hikayesi anlatıyor. Tek fark Dünün Dünyasının 'gerçek' olması. Ama çalışkan insanların hayat hikayelerinde farkettiğim bir güzellik var: "BİR SÜRÜ ŞEY ORTAYA KONULMUŞ, DOLU DOLU BİR HAYAT". "Bu yaştan sonra üniversite mi okuyacağım?" diyen insanların aksine bitirilmiş birkaç üniversite, "Sürekli iş mi değiştireceğim, mutlu değilim ama devam edeyim." diyenlerin aksine defalarca değiştirilmiş işler ve meslekler gördüm. Reddedilince kendi köşesine çekilmiş insanlar yerine her seferinde yeniden deneyen insanlar gördüm. Kendi çevremde de, hiçbir zaman vazgeçmeyen, çoluğa çocuğa karıştığı halde hayallerinin peşinden giden ve bana ilham veren bir sürü insan gördüm.

Bahanelerinizi duyuyorum, hepinizin... Bakmanız gereken minik evlatlarınız, ödemeniz gereken ev borcunuz, memnun etmeniz gereken aileniz... Benim de var, ama bir yanda da hayallerim var. Hemen şu an gerçekleştiremeyeceğim belki. Hatta eskiden istediğim şekilde de gerçekleşmeyecek. Ama Stefan Zweig'in de dediği gibi "hayatımızın yönünü iç dünyamız belirler". Bir ressam olamayışın kendini gizli gizli çizilen resimlerin olduğu bir deftere dönüşür, bir yazar olamayışın seni kimsenin okumayacağını bildiğin bir blog yazmaya iter (:)), bir avukat olamazsın ama onun yerine okuduğun bölümde sürekli seçmeli hukuk dersi alırsın. Olmak istediğin kişi olamadığını düşünürsün, ama içindeki o kişi seni sürekli iter. Neye mi? Bir kitabı okumaya,bir makaleyi incelemeye, bir filmi izlemeye, bir eşyayı almaya... Sonunda annenin isteği ile bir memur olsan bile evinde bir odada durmadan resim çizen veya durmadan beste yapan veya durmadan kuantum fiziği hakkında araştırma yapan biri olursun. Ama bunu vazgeçmezsen yapabilirsin. Eğer vazgeçersen bir şey olmak isteyip olamamış ama başka bir şey olmuş ve olmak isteği şeyi içinde baskılayıp kendini mutsuzluğa mahkum etmiş biri olarak kalırsın. Yapmak istediğin hiçbir şey henüz geçmedi senden. Erken anne-baba olmuş olman, bakmakla sorumlu olduğun ailen, mahalle baskısı,hastalık... Bunlar seni bazı şeylerden vazgeçmeye sevketmiş olabilir. Ama düşünsene, bir hastalıkla on sene boğuşmuş olsan ne olur ? Kaldığın yerden devam et. Yarın öleceğini bilsenbile hayallerinden vazgeçme. Neden geçesin ki ? Varsın hayatının ilk otuz senesi geçmiş olsun, kalan otuz senede neden kendini mutsuz edesin ? Kalan otuz seneyi dolu dolu yaşamamak için bir sebebin yok. Kalan otuz senede okumak istediğin ama okuyamadığın o bölümü okuyabilirsin,gitmek istediğin seyahate gidebilrsin, hayatına birini albilir aşık olabilrisin, çocuk sahibi olabilirsin, başka bir yere taşınabilirsin... Ne istersen yapabilirsin. Hayat kısa değil,her şeyi sığdırıp dolu dolu yaşayabilir, mutlu ölebilirsin. Hayat ne zaman kısa olur ? Hayat tekdüze kalırsa kısa olur. Lütfen tekdüze kalmayın. Lütfen hayatınıza çok şey sığdırmak için çabalayın. Hiçbir şey için geç değil.



9 Haziran 2017 Cuma

Heyacanımızı kaybettik !

Takip ettiğimiz bir diziden,okuduğumuz bir kitaptan, izlemek istediğimiz bir filmden spoiler aldığımızda ne yaparız ? Tabi ki de pek çoğumuz sinirlenir, şevki kaçar. Bazıları da aksine bundan hoşlanır. Her ne kadar istek kaçırıcı bir durum olsa da gelişen internet teknolojisi nedeniyle bazen isteyerek bazen de gayri ihtiyari bilgiler ediniyoruz.Biz istemesek bile her yerde karşımıza çıkıyorlar. Peki bu hayatımızı nasıl etkiliyor ve bana bunu düşündüren neydi?

Öncelikle bana bu yazıyı yazdıran olaydan bahsetmek istiyorum. Bir pazar günü çoğu insan gibi televizyonda kanallarda gezinirken sevgili Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan'ın şu an adını hatırlamadığım bir filmi ile karşılaştım. Kızımız hamile, ancak öleceğini öğreniyor. Ben tabi bir üzül. Gerçekten ölecek mi yoksa iyileşecek mi merak et... Ama o an acıklı sahneler izleyip moral bozmak da istemiyorum, ama sonunu da çok merak ediyorum. Tabiki de yaptığım şey filmin sonunu beklememek oldu. İlk önce anneme sordum. E kaç yaşında kadın, illaki izlemiştir. "Hatırlamıyorum" dedi. Sonra da canım telefonumdan google hazretleri aracılığı ile filmi arattım. Baktım ki sonu acıklı bitiyor, değiştirdim kanalı. O an annem bir şey dedi (sanırım bunu hiç unutmayacağım); "artık hiçbir şeyi merakla beklemiyorsunuz, eskiden böyle değildi". Tabiki hassas ruhum bundan çok etkilendi, ben kanallarda dolaşırken beynim arka planda düşündü bunu. O an internet bağlantım olmasaydı ne yapacaktım? Filmi sonuna kadar izleyecek, kadın doğum yaptıktan sonra yaşaması için dua edecek, kadın ölünce de üzülecek ama yine de sonuna kadar izleyecektim. Acı da olsa tatlı da olsa o sonu heyecanla bekleyecektim. Ama artık neyi bekliyoruz ki heyecanla ? İzleyeceğimiz filme, gezeceğimiz mekana, okuyacağımız kitaba kadar, hiçbir şeyi dibine kadar yaşamadan, tecrübe edinmeden başkalarının tecrübelerini "internet" denilen sihirli ortamda okuyor ve öyle karar veriyoruz.
Aslında iletişimin çok güçlü olduğunu düşünüyoruz internet sayesinde. Ama değil işte... mesela ben, bunları bir arkadaşıma yüzyüze anlatmak varken buraya yazıyorum. Bir yeri ararken eğer internet varsa google haritalar kullanıyorum ama asla köşedeki simitçi amcaya sormuyorum. Bir kitap alacakken internette yüzünü dahi görmediğim insanların yorumlarını okuyorum ama gidip kitapçıya ondan tavsiye almıyorum. Hiçbirimiz yapmıyoruz. Gelişen iletişim teknolojileriyle dünyanın bir ucuyla iletişim kuruyoruz, ama yanımızdakilerle iletişimi kopartıyoruz. Yol sormak istemiyoruz, tavsiye almak istemiyoruz, filmin veya kitabın sonunu beklemek istemiyoruz, neden yapalım ki ? Bunların hepsini içinde bulunduran bir ağ var zaten. Tek tuşla her şeyi halledebiliyoruz artık. Kimin umrunda canım canlı bir varlıkla iletişim kurmak ? Eskiden annem "sana bir şey diyeceğim zaman mesaj atayım bari" diyordu. Artık hepimiz böyleyiz. Eğer bunu okuduysanız yarın rastgele bir film açın ve hiçbir yorumu okumadan sonuna kadar izleyin, yolu telefona değil yoldan geçen bir insana sorun. Unutmayın, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin sizin okuduğunuz kitapla, izlediğiniz filmle ilgili olan heyacanınızı elinizden almamalı. Hoşlandığınız kişiye sosyal medyadan mesaj atmak yerine yanına gidin, yaşayın o heyecanı, gerçekten iletişim kurun,hissedin. Hayatı hissetmek ondan zevk almak için gerçekten yaşamak gerek, bunu unutmayın :)

7 Mart 2017 Salı

Konuşuyorum ama anlamıyorum ....

Söz konusu yabancı dil olduğunda pek çoğumuzun dertli olduğu bir mesele var; "Anlıyorum ancak konuşamıyorum." Pek çoğumuza tanıdık geliyor bu laf. Çokça duyuyor, çokça da kullanıyoruz. Hepimiz bir yabancı dili anlıyor ama konuşamıyoruz. peki, söz konusu ana dilimiz olduğunda? Malesef ki buradaki problem çok daha ürkütücü. Anadilimizi çok güzel konuşuyoruz ancak gerçekten "anlayamıyoruz".








Peki niçin anlayamamak, konuşamamaktan daha kötü ve bunu yazmak nereden aklıma geldi? Size çok kısa bir şekilde son zamanlarda izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Filmin adı "Arrival". Biliyorum bu film hakkında çok yazılıp çizildi ancak bu bir film eleştirisi olmayacak. Ben daha çok filmin bana düşündürdüğü bir sürü şeyden tek birinden yola çıkacağım. 

Öncelikle filmden bahsetmem gerekirse klasik uzaylı filmlerinden farklı bir film olduğunu herkesten duyduğunuza eminim. Bir uzaylı istilasından çok, iletişim kurmanın zahmeti ve anlamanın önemini üzerine mesajlar verilen anlamlı bir film olduğunu söyleyebilirim. Her insanın izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle bize yabancı gelen herhangi bir dış etkene karşı korku ve saldırganlıktan önce hoşgörü ve empati ile yaklaşmamız gerektiğini çok güzel göstermiş film. Bir dilbilimci olan kahramanımızın dünyaya gelen bu uzaylılarla iletişim kurmak için onların dillerini çözümlemeye çalışması ve çok zor olsa da bunu başarması dikkatli izleyen insanlar için çokça mesaj içerebilir. Bana düşündürdüğü şey ise anlamanın önemi.

Filmdeki zavallı kadıncağızın uzaylılar ile anlaşmak için gösterdiği çabanın çeyreğini biz birbirimiz için göstersek nasıl olurdu acaba ? Bizim işimiz aynı dili (veya bildiğimiz bir dili) anlamak olduğundan daha az zorlanırız kanımca. Hepimiz gün içinde yüzlerce kelime kullanıyoruz. Ama karşımızdaki ne kadarını gerçekten anlıyor ? Ne söylemek istediğimizi ne kadar idrak ediyor ? Bunlar koca bir soru işareti. Peki hangisi daha önemli? Konuşmak mı yoksa anlamak mı ? Aslında bunların ikisi de birbirine bağlı. Anlama olmadan konuşulanların bir değeri olmaz, konuşmadan da anlayacak bir şey olmaz. İkisi birbirini destekler. 

Konuşmak için bir lisan gereklidir ancak anlamak için gerekli olan şeyler çok daha fazladır. Anlamak için sadece o lisanı bilmek değil hoşgörü,empati, dinleme ve anlamayı isteme gerekir. Ve anlamak çok şeyi değiştirir. 

16 Şubat 2017 Perşembe

MERHABAA!!




Bir merhaba çokça kapıyı açar kanımca. O yüzden sizlerle paylaştığım ilk şey bununla başlasın istedim.
Kendimden bahsetmem gerekirse daha yirmi yaşında, hayalleri ve umutları henüz ölmemiş sıradan bir kızım ben. her gün yanından geçtiğiniz insanlardan hiçbir farkı olmayan, herhangi bir konuda uzmanlık sahibi olmayan bir genç kız işte... Ama son zamanlarda içimdeki boşluğu doldurmanın tek yolunun eskiden çok sevdiğim bir aktivite olan "yazmak" ile giderileceğini keşfettim yakın zamanda. 

Ortaokul ve lise yıllarında beni rahatlatan ve beni çokça besleyen bir faaliyet olan "yazma" işini üniversiteye hazırlandığım yıllarda ve üniversitenin ilk yıllarında neredeyse unutmuştum. Sadece yazmayı değil okumayı da tabiri caiz ise safsakladıktan sonra hayatımda oluşan büyük mutsuzluk ve boşluğu farketmem uzun zamanımı aldı. Ancak bunu farkettikten sonra beni besleyen ve mutlu eden bu aktivitelere geri dönmekten başka çarem olmadığına karar verdim ve kendim beslenirken ola ki birkaç kişiyi daha beslerim diye düşünüp yazdığım her şeyi paylaşmaya karar verdim :) Umarım bu deli dolu ama kendi halinde genç kız hayatınıza güzel dokunmayı başarır. Sevgiyle kalın :)

Nereye kadar sabretmeliyiz?

               Eğer ki genç bir yaşta iseniz büyüklerinizden en çok duyduğunuz uyarı mutlaka "Acele etme, sabretmelisin. Hiçbir şey h...